Dilediğiniz şekli verebileceğiniz bir hamur gözüyle bakın ona. Hollywood’a senaryo ve öykü danışmanlığı yapan Christopher Vogler’in eşsiz modellemelerinden yararlanabilirsiniz. “Yazarın Yolculuğu” adlı ünlü kitabını henüz okumadım ama Volkan Yücel’in “Kahramanın Yolculuğu/ Mitik Erkeklik ve Suç Draması” adlı kapsamlı çalışmasında kendisinden uzun uzun söz ediliyor. Vogler, karakterleri dayandıkları arketiplere göre çok kısaca şöyle sınıflandırıyor:
Fedakarlık: Kahraman kendisinden daha büyük bir amaç için yaşamını feda eden kişidir. Sıradan dünyanın sınırlarını aşar, düşmanla savaşır ve eve döner.
Rehber: Kahramana yardım eden, eğitip yetiştiren, ölümü pahasına onu kollayan kişi. Esas rolü kişiye aslında bir kahraman olduğunu fark ettirmek.
Geçit gardiyanı: Kahramanın aşması gereken ilk engel, sonraki asıl düşmanın prototipi.
Mesajcı: Kahramanı kışkırtarak atılım yapmaya ikna eden insan, fikir, olay veya nesne.
Aldatma: Biçim değiştirme ve yalanlarla kahramanı yolundan etmeye çalışan kişi. Bazen bu rolü kahraman da kendi amaçları uğruna üstlenir.
Gölge: İblis, vampir benzerleri veya saplantılar, nevrozlar…
Yancı: Kahramana yoldaşlık eden, akıl veren, teselli eden her daim vefalı kişi.
Huzur bozucu: En trajik durumda bile oyun oynayan, düzeni bozan, ortalığı karıştıran komik kişi.
Bütün hikayeler bu temel arketiplere göre şekillenir. Seçin bakalım bunlardan bazılarını. Bakalım sizin kahramanınız neyin peşinde koşacak, mücadelesinde kimler yanında, kimler karşısında olacak. Yazmak umurunuzda değilse, kendinize bir kahraman olarak bakın. Hayatınızın geçit gardiyanlarını, yancılarını, gölgelerini, rehberlerini teşhis edin. Çok eğlenceli bir oyun olabilir bu. Tabii aynı zamanda ziyadesiyle tehlikeli…
***
Gül: Kimine şapka, kimine hüzün
Mankenin başındaki gül ne denli yapay olsa da bana Emily Dickinson’ın dizelerindeki gülleri hatırlattı. Önce şu yalınlığıyla kalbe işleyen kısa şiirinden başlayalım:
Bir çanak, bir taç yaprağı ve bir diken / Sıradan bir yaz sabahında / Bir şişe çiy, bir iki arı / Bir esinti, bir kıpırtı ağaçlarda / İşte bir gülüm ben.
Dickinson bir başka şiirinde küçük bir gülden şöyle esinlenir:
Bu küçük gülü kimseler bilmez.
Çevirmeseydim yollardan geri,
Koparıp vermeseydim sana,
Hacı olacaktı belki.
Bir arı özleyecek onu yalnız.
Yalnız bir kelebek,
Uzun yolculuktan alelacele,
Onun göğsüne yatmak için dönecek.
Bir kuş merak edecek yalnız.
Yalnız bir rüzgâr çekecek içini.
Ah küçük gül, ölmek ne kadar kolay
Senin gibi biri için.
Yaa, işte böyledir hayat. Kimileri gülü şapka yapar, kimileri gülün ölümüne ağlar…
***
Embriyo
Bu fotoğraf yıllar önce İrlanda’da kürtaj karşıtı bir kampanyada çekilmiş. 12 haftalık embriyo modeli gerçekten etkileyici. Olayın ahlak boyutları yerine şiirselliğine değinmek geliyor içimden. Bir biçimden ötekine geçişin, görünmez parçalarla kurulan bütünselliğin şiirine.
Halden hale dönüş anının görülemezliği. Göz önünde olanın gizliliği. Hızın arttıkça fark edilemezliği. Zuhur etmekle kayboluşun eşzamanlığı. Yükselirken düşme, genişlerken büzülme, büyürken küçülme. Doğar doğmaz ölüme koşma, ölüşle yeniden doğma. İşte kelimelerin boyun eğip susacağı şiir…
Şaşılacak şey; bilinç neresine yuva kuruyor insanın? Etine mi kemiğine mi, kasına mı iliğine mi, beynine mi ciğerine mi? Kalp desen kan pompalar, böbrek desen idrar süzer. Hayaller uçarak mı gelir bedene, hangi duraktan postalanır düşünceler? Bir embriyo, sınırlı sonlu kalıbına sığan sonsuzluğun şiirini nasıl yazar?
Aşkın yaşamdan önce geldiğini söyleyen şair Emily Dickinson der ki:
Bir saat beklemek çok uzun iş / Aşk biraz ötede duruyorsa / Kısadır sonsuzluğu bekleyiş / Sonunda aşk armağanı varsa…
]]
Instagram
YouTube
RSS